Kutsal Kitaplar mı İlâhi Vahiy mi?-I
Kitaplara iman ettik.
O’nun kitaplarına... İnsan elinin değmediği, tertemiz, müberra kitaplara.
Mukaddes elçilere vahyolunan münezzeh kelama iman ettik.
İyi ile kötüyü, doğru
ile yanlışı, hak ile batılı ayırt eden hidayet rehberine, Kur’an’a iman ettik.
Enformasyon çağı
denilen gönlü ve zihni kirlenmiş bu çağda arınmak için ırmağımız odur bizim.
Doğruyu yanlışı bilmek için kaynağımız o.
Ona imanımızı
tazeleyelim, onu hak ettiği yere, gönlümüze koyalım. Yeniden.
“İnsanlar tek bir
ümmet idi. Ayrılmaları üzerine, Allah, rahmetinin müjdecileri ve azabının
habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile kitap
indirdi ki, insanlara aralarında ihtilâf ettikleri noktada hakem olsun…”
(Bakara, 213)
Mealini verdiğimiz bu
ayet-i kerime, ilk bakışta her peygambere ayrı bir kitap verildiğini akla
getirse de, gerçek böyle değildir. Beydâvî, Ebu’s-Suud Efendi gibi müfessirler
bu ayeti tefsir ederken, gönderilen her peygambere ayrı bir kitap
verilmediğini, bilakis bazı peygamberlerin, daha önceki bir peygambere
gönderilmiş bulunan kitabın ahkâmıyla tebliğ ve amelde bulunduğunu
belirtmişlerdir. (Tefsîru’l-Beydâvî, (Konevî haşiyesiyle birlikte), 2/80;
Ebu’s-Suud Efendi, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm, 1/214)
Hz. Adem a.s.’dan
Efendimiz s.a.v.’e kadar gelmiş geçmiş peygamberler içinde kendilerine kitap ve
sahifeler verildiği bize bildirilen birkaç peygamber vardır. Sırasıyla Tevrat,
Zebur, İncil ve Kur’an-ı Kerim; Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. İsa ve Hz. Muhammed
Mustafa’ya (hepsine selam olsun) indirilmiş kitaplardır. Sahifeler (çoğulu:
suhuf) konusunda ise Efendimiz s.a.v.’den nakledildiğine göre Hz. Âdem’e 10,
Hz. Şit’e 50, Hz. İdris’e 30 ve Hz. İbrahim’e 10 olmak üzere toplam 100 sahife
indirilmiştir.
Kur’an-ı Kerim hariç
olmak üzere bu kitap ve sahifelerin tamamı tarih içinde ya kısmen veya tamamen
kaybolup gitmiştir. Özellikle Kur’an’dan önceki kitaplar, yani Tevrat, Zebur ve
İncil, Yahudiler ve Hıristiyanlar tarafından çeşitli şekillerde tahrif edilmiş,
aslından uzaklaştırılmıştır.
Tevrat ve Tahrif
Günümüzde, üç büyük
dinin (İslâm, Yahudilik ve Hıristiyanlık) mensuplarının, aynı kaynaktan gelen
kitapların vârisleri ve aynı soya (Hz. İbrahim a.s.’a) dayanan peygamberlerin
tabileri oldukları söylenerek, bu dinler arasında ortak noktalar tesis etme
girişimleri bulunduğu malum. Bu çerçevede bu dinlerin kutsal kabul ettiği
kitapların da “kutsal kitap” olarak anıldığı görülmektedir.
Oysa bu dinler
arasında özellikle itikadî noktada uzlaştırılması mümkün olmayan ihtilaflar
mevcuttur. En başta yahudi ve hıristiyanların “kitap” anlayışlarının
bizimkinden farklı olduğuna özellikle dikkat edilmelidir.
Tevrat ve İncil’in
tahrif edildiği ve bugün Tevrat ve İncil adıyla elde bulunan kitapların Hz.
Musa ve Hz. İsa’ya (ikisine de selam olsun) indirilen kitaplar olmadığı
herkesin malumudur. Bu söylediğimizin en açık delili, bugün eldeki Tevrat’ta
Hz. Musa a.s.’ın vefatı, nereye gömüldüğü gibi hususların yer alıyor olmasıdır.
(Tevrat/Tesniye, 6/34 vd.). Ayrıca bugün elde bulunan iki ayrı Tevrat nüshası
(“Yahudi Tevratı” ve “Samiri Tevratı”) arasında 6 bin civarında farklılık
bulunduğu gerçeği de bu söylediğimizi doğrulayan bir başka husustur. (Bkz. Baki
Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat)
Allah Teâlâ’nın inzal
buyurduğu Tevrat’ın içinde, –hâşâ, sümme hâşâ– “şarap için kendi kızlarıyla
zina eden bir peygamber” veya “Allah Tealâ’nın yeryüzüne inip bir
insanla/peygamberle güreşip yenilmesi” gibi şeylere rastlamak elbette mümkün
değildir. Ancak böyle insan aklını dumura uğratan ve yer tutmaması için
zikretmediğimiz buna benzer birçok tezvirat eldeki Tevrat’ta mevcuttur.
İncil ve Tahrif
İncil’e gelince,
elimizde bu isimle mevcut bulunan kitapların, Hz. İsa a.s. terk-i dünya
ettikten sonra kaleme alınmış kitaplar olduğu, herhangi bir delile ihtiyaç
bırakmayacak kadar açık ve müsellem (kabul edilen) bir husustur. “Matta
İncili”, “Markos İncili”, “Luka İncili” ve “Yuhanna İncili” tabirleri, bu
kitaplardan her birinin, isimleri kendilerine izafe edilen kimseler tarafından
yazıldığını anlatmaktadır.
Öte yandan günümüzde
Hıristiyan dünyası tarafından resmen kabul edilen 4 İncil nüshası arasındaki
farklılıklar bir yana, 325 yılına kadar Hıristiyanların elinde 100’den fazla
farklı İncil nüshasının mevcut olması, İncil adıyla elde bulunan kitapların Hz.
İsa a.s.’a indirilen İncil-i Şerif ile alakasının bulunmadığını bariz bir
şekilde göstermektedir.
Ayrıca kaynaklar Hz.
İsa a.s.’ın Aramice konuştuğunu ortaya koyarken, eldeki en eski İncil
metinlerinin Yunanca olması da işin bir başka yönünü oluşturmaktadır.
Kitabını Kendi Eliyle
Yazmak
“Elleriyle (bir) Kitap
yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için ‘Bu Allah katındandır.’
diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve
kazandıklarından ötürü vay haline onların!” (Bakara, 79)
Bu ayet, Ehl-i
Kitab’ın elinde bulunan ve “Kutsal Kitap” olarak anılan kitapların, Allah
Teâlâ’nın inzal buyurduğu değil, bizzat onlar eliyle kaleme alınmış kitaplar
olduğunu açık bir şekilde haber vermektedir. Dolayısıyla yukarıda ifade
ettiğimiz gibi, bu kitapları “vahiy kaynaklı” olarak kabul etmek anlamına gelen
tavırlardan ve söylemlerden uzak durmak bizzat Kur’an’ın emri olmaktadır.
Nitekim bir başka
ayette şöyle buyrulur: “Ehl-i kitaptan bir grup, okuduklarını Kitap’tan
sanasınız diye Kitab’ı okurken dillerini eğip bükerler. Hâlbuki okudukları
Kitap’tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, ‘Bu Allah
katındandır’ derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.” (Mâide, 78)
Yahudi ve
Hıristiyanlara göre bu, son derece normal bir durumdur. Zira onların din
anlayışı, “kendilerine gönderilen doğrulara” değil, “kendi doğrularına”
inanmaya dayanmaktadır. Yahudilerin güya Hz. Musa a.s.’ın getirdiği Tevrat’ı ve
şeriatı savunmak adına Hz. Zekeriyya a.s.’ı şehit etmeleri, oğlu Hz. Yahya
a.s.’ı zindana atmaları ve Hz. İsa a.s.’ı öldürmeye teşebbüs etmeleri hep bu
tavrın ifadesidir. Yahudiler o muazzez peygamberleri, yalan ve sapkınlıklarını
ortaya koydukları için düşman bellemiş ve türlü eziyetlere maruz bırakmışlardı.
Hıristiyanların durumu
da bu açıdan çok farklı değildir. Onlar da sözümona Hz. İsa a.s.’ın tebliğini
ve İncil’i muhafaza adına, başta havariler olmak üzere o aziz peygamberin
yolundan giden muvahhid müminlere olmadık işkenceler etmişlerdir. Kur’an’da
Kehf suresinde geçen kıssa, Hz. İsa a.s.’ın tebliğine samimi olarak iman etmiş
bulunan “mağara arkadaşları”nın Hıristiyan Roma İmparatorluğu tarafından ne
türlü eziyetlere maruz bırakıldığını haber vermektedir.
Ebubekir Sifil
Tevrat ve Tahrif
Kutsal
Kitaplar
TEVRAT
Allah’tan gelen dört büyük kitaptan ilki. İbranice Tura kelimesinin Arapçalaşmış biçimi olan Tevrat kanun, ittifak, birlik, anlaşma, sözleşme, adlaşma gibi anlamları dile getirir. İslâm geleneğinde Hz. Musa’ya nazil olan kitabı belirtir. Yahudi geleneğinde ise, bugün Ahd-i Atik (Eski Ahit) denilen kitaplar toplamının adıdır.
TEVRAT
Allah’tan gelen dört büyük kitaptan ilki. İbranice Tura kelimesinin Arapçalaşmış biçimi olan Tevrat kanun, ittifak, birlik, anlaşma, sözleşme, adlaşma gibi anlamları dile getirir. İslâm geleneğinde Hz. Musa’ya nazil olan kitabı belirtir. Yahudi geleneğinde ise, bugün Ahd-i Atik (Eski Ahit) denilen kitaplar toplamının adıdır.
Dinler
tarihçileri 39 kitaptan meydana gelen Tevrat’ı genellikle üç bölüme ayırırlar:
1- Tevrat (Kanun Kitabı), 2- Nebiim (Nebiler Kitabı), 3-Ketubim (Yazılar
Kitabı). 1. Bölüm, Hz. Musa’nın ilk beş kitabını ihtiva eder. İslâm âlimlerine
göre de Cenab-ı Hak tarafından Hz. Musa’ya verilen asıl Tevrat budur. Bu ilk
beş kitap (Fr. Pentateuque) Tekvin, Çıkış, Levlililer, Sayılar ve Tesniye’den
meydana gelmektedir. 2. Bölüm, Nebiim 6. Kitap (Yeşu)’dan başlar, 22. Kitap
(Neşidelerin Neşidesi)’ne kadar devam eder. 3. Bölüm, Ketubim 23. Kitap
İşaya’dan başlar, 39. Kitap olan Malaki ile sona eder.
Yahudiliğe
göre Tevrat’ın ilk beş kitabı kelimesi kelimesine Yahveğ (Yehova) tarafından
Hz. Musa (Moşe)’ya bildirilmiş Tanrı kelâmıdır. Beşinci kitaptan sonra gelen
Yeşu da aynı kitaptan sayılmış ve böylece altı kitaplık bir deste meydana
getirilmiştir. XVIII. yy. Fransız bilginlerinden Jean Astruc’a göre ilk beş
kitaptan meydana gelen Tevrat’ın 1. Bölümü, birbirine karıştırılmayan iki ayrı
anlatım tarzı ihtiva etmektedir. Bu iki ayrı anlatımdan birinde Tanrı’nın adı
Elohim (Ruhlar), diğerinde ise Yehova (Varolan) diye geçmektedir. Diğer bir
ifade ile bu iki metne Elohist ve Yahvist metin denilmektedir. Bu iki ayrı
metinde birçok çelişkiler tesbit edilmiştir.
Tevrat’ın
bütünü Tevkin’le başlar ve Malaki ile son bulur. Tekvin, “Baslangıçta Allah
gökleri ve yeri yarattı” cümlesi ile başlamakta, Malaki de, “O da babaların
yüreğini oğullara ve oğulların yüreğini babalarına döndürecektir, ta ki, gelip
dünyayı lânetle vurmayayım” cümlesiyle sona ermektedir (Kitab-ı Mukaddes, Eski
ve Yeni Ahit, İst., 1965). Halen de mevcut Kitab-ı Mukaddes külliyatının baş
kısmında yer alan Tevrat’ın 39 kitabı şu sırayı takibetmektedir: 1- Tekvin,
2-Çıkış, 3- Levililer, 4- Sayılar, 5- Tesniye, 6- Yeşu, 7- Hâkimler, 8- Put, 9,
Samuel, 10- II. Samuel, 11- I. Krallar, 12- II. Krallar, 13- I. Tarihler, 14-
II. Tarihler, 15- Ezra, 16- Nehemya, 17- Ester, 18- Eyub, 19- Mezmurlar, 20-
Süleyman’ın Meselleri, 21-Vaiz, 22- Neşidelerin Neşidesi, 23- İşaya, 24-
Yeremya, 25- Yeremyanın Mersiyeleri, 26- Hezekiel, 27- Daniel, 28- Hoşea, 29-
Yoel, 30- Amos, 31-Obadya, 32- Yunus, 33- Mika, 34-Nahum, 35- Habakkuk, 36-
Tsefenya, 37- Hağgay, 38- Zekarya, 39-Malaki.
Klasik İslâm
literatüründe genellikle İbranice, Yunanca ve Samirice olan üç meşhur nüshası
bulunduğu kabul edilir. Yahudiler ve Protestanlar İbranice, Roma ve Doğu
kiliseleri Yunanca, Samiriler de Samirice nüshayı diğerlerine tercih ederler.
Kur’an-ı
Kerîm’in yedi ayrı suresinin 16 ayetinde (Âl-i İmrân, 3/48, 50, 65, 93;
el-Maide, 5/43, 44, 46, 66, 68, 110: el-Âraf, 7/157; et-Tevbe, 9/111; el-Feth,
48/29; es-Saf, 61/6; el-Cum’a, 62/5) Tevrat kelimesi geçmektedir (M. Fuad
Abdulbâki, el-Mu’cem, Kahire, 1964). Cenab-ı Hak, Tevrat ve İncil’in Kur’an-ı
Kerim’den önce indirildiğini (Âl-i İmrân, 3/3), Hz. İsa’ya yazı, hikmet, Tevrat
ve İncil’in öğretileceğini (Âl-i İmrân, 3/48), O’nu, Tevrat’ı tasdik edici
olarak gönderdiğini (Âl-i İmran, 3/50; el-Mâide, 5/110; es-Saf, 61/6), Tevrat
ve İncil’in Hz. İbrahim’den sonra indirildiğini (Âl-i İmran, 3/65), Tevrat’ta
bir hidayet ve nur bulunduğunu (el-Maide, 5/44), Tevrat’ın bir tasdikçisi
olarak İncil’in indirildiğini (el-Maide, 5/46), Tevrat, İncil, ve Kur’an’ın
dosdoğru tutulması gerektiğini (el-Maide, 5/66, 68) beyan buyurmuştur (H. Basri
Çantay, Kur’an-ı Hakîm, Meâl-i Kerim, İst. 1962, I-III)
Yukarıda
anılan Tevrat’la ilgili ayetlerin açıklanmasında müfessirler, Ehl-i Kitabın,
Tevrat sözü ile Hz. Musa’nın yazdığı söylenen Tevrat’ın ilk beş kitabını kastettiklerini,
Hristiyanların ise Tevrat kelimesini Ahd-i Atik adı verilen kitapların hepsi
için kullandıklarını, Hz. Musa kavminin Tevrat’ı muhafaza edemediklerini
özellikle vurgulamışlardır (İbn Kesir, Tefsir, Beyrut, 1966, II, 3 vd.).
Tevrat,
Türkiye’de bu orijinal adıyla bilindiği gibi, Ahd-i Atik adıyla da tanınır.
Bütün dünyada yaygın olan Kitab-ı Mukaddes Şirketi’nce, Kitab-ı Mukaddes
başlığı ile yayınlanan külliyat, Yahudilik ve Hristiyanlığın bütün kitaplarını
bir arada sunmaktadır. Yahudiler Hz. Musa’ya Allah tarafından vahyedildiğini,
ancak zamanla tahrife uğradığını açıklamıştır. Halen elde mevcut olan Tevrat’ta
birçok tenakuzun tesbit edilmiş olması da bunun delilidir. Bu husus dinler
tarihi açısından ayrıca önem arzetmektedir.
Her ne kadar
Yahudilik tâlimlerinin bütününe Tevrat deniliyor ve bu terim Hz. Musa’ya
atfedilen ilk beş kitabı ifade ediyorsa da; Tora, Yahudiliğin diğer kitap ve
öğretilerini de içine almaktadır. Yahudiliğe göre Tevrat, 1. Yazılı, 2. Sözlü
olmak üzere iki kısımda incelenebilir. 1- Yazılı olan kısım Tûr-i Sina’da (Har
Sinay) Tanrı Yahve tarafından Hz. Musa (Moşe)’ya indirilen beş kitap ve
eklerini ihtiva eder. 2- Sözlü olan kısım ise, yine Hz. Musa’yı atfedilen ve
O’ndan nakledilenlerle, Tevrat’ı tamamlayan açıklamaları ihtiva eder. Günümüz
Yahudileri Tevrat karşılığında Tanah terimini kullanmayı tercih etmektedirler.
Takriben M. Ö. 1200- 1100 yılları arasında da tamamlanan ve İbranice yazılmış
olan Tanah’ın içerisinde birkaç Aramca parça da bulunmaktadır.
Tevrat’ın
eski İbranca yazması M.S. VIl, ve X. yy’da kaleme alınmış bir kaynaktır. Bu
kaynağın M.Ö. I. yy’daki İbranca metinlere dayandığı dinler tarihçilerince
ileri sürülmektedir. 1947′de Kumran Vadi’sinde, Lut Gölü’nün kuzey-batısında ve
Yehu’nun 12 km. güneyinde bedevinin birinin mağarada bulduğu eski İbranca
yazmalar, gerek umumi tarih, gerekdinler tarihi açısından oldukça önem
taşımaktadır. Aynı çalışmaların devamı olan 1951-1958 yılları kazıları da yeni
keşiflere ufuk açmıştır.
Yahudiler
nazarında Tevrat Allah kelamıdır ve ibadetlerde önemli bir yer tutar.
Yahudilerin havra ve sinagoglarında, mihrap denilen bir yerde, dolap içinde,
sırmalı ve ipekli örtülere sarılmış yazma nüshalar muhafaza edilir. Tahrife
uğramadan önce Süleyman Mâbedi (Beyt Ha-Mikdaş)’ndeki Mukaddes Sandık (Arona
Kodeş)’da, Hz. Musa’nın getirdiği Tevrat levhalarının muhafaza edildiğine
inanılmakta idi. İbadet için havra veya sinağoğa giden her yahudi, öncelikle
Tevrat tomarının korunduğu sandık veya dolabı temmaşa eder, mümkünse ona elini
sürer ve öper. Bu hareketler sembolik bir anlam taşır ve belli belirsiz bir
şekilde yapılır. Havra veya sinağoğta Tevrat yere düşerse haham (rav) hemen onu
alır. Bundan dolayı haham ve oradaki cemaat 30 gün oruç tutmak zorundadır; buna
cumhur (cemaat) orucu denir.
Yahudi
inancına göre nerede olursa olsun Tevrat okunurken başın mutlaka örtülmesi
şarttır. Açık başla mabede girilmez, Tevrat da okunmaz. Ayrıca usulüne göre
abdest almak ve temiz bulunmak lâzımdır. Tevrat askeri geçitlerde (Ha Tsaada)
askerlerin koruması altında geçirilir. Tevrat’ın tamamı okunduktan sonra, tomar
halindeki Tevrat bir tahta konularak sokağa çıkarılır, törenle dolaştırılır.
Buna Tevrat Bayramı denir. Bu merasim bütün dünyada aynı şekilde yapılır.
Omuzlarda ve kucakta Tevrat taşımak sevap sayılır. Gerek sivil, gerek
askerlikte yemin Tevrat üzerine yapılır. Din bilgisi, tarih ve okuma
kitaplarına Tevrat’tan seçilmiş metinler konulur. Tevrat hakkında tartışma ve
eleştiriye kesinlikle izin verilmez. Okul çağındaki her öğrencinin bir Tevrat’ı
vardır ve sınıflarda da ancak baş örtülü olmak şartıyla Tevrat okunabilir.
Osman CİLACI
ZEBUR
Zebur, Davut Peygamber’in (MÖ 1030 – 955) kutsal kitabının adı olup Peygamber’in manzum ilahilerini ve yakarışlarını içerir. Kuran’a göre Davud, kendilerine Tanrı tarafından kitap indirilen dört peygamberden biridir. Davud’a indirilen kitap olan Zebur, 5 kitap ve 150 mezmur’dan (Mezmur= şarkı biçiminde söylenmek üzere yazılmış şiirler, dini seslenişlerden) oluşmaktadır.
Zebur, Davut Peygamber’in (MÖ 1030 – 955) kutsal kitabının adı olup Peygamber’in manzum ilahilerini ve yakarışlarını içerir. Kuran’a göre Davud, kendilerine Tanrı tarafından kitap indirilen dört peygamberden biridir. Davud’a indirilen kitap olan Zebur, 5 kitap ve 150 mezmur’dan (Mezmur= şarkı biçiminde söylenmek üzere yazılmış şiirler, dini seslenişlerden) oluşmaktadır.
Çocukluğunda
çoban olan Davut veya batılı adıyla David, İbranilerin 2.ci Kralıdır ve 40 yıl
saltanat sürmüştür. 15 yaşına kadar çobanlık yapan Davut’un çok güzel ve
etkileyici bir sesi vardır. Bilahare askerliğe başlayan ve savaşlara katılan
Davut, İsrailoğullarının başına musallat olan, çok iri yapılı dev Calut’u
(Goliath) bir sapan taşıyla alnından vurup öldürünce, komutan Talut’un
kıskançlığını üzerine çekmiş ve o da, Talut’tan korktuğu için kaçmıştır.
Talut’un ölümünden sonra ise, evvela İsrailoğullarına komutan sonra da kral
olmuştur. Hükümdarlığı esnasında, saltanatla peygamberliği birleştirmiştir.
Önce Talut’un dul karısıyla evlenmiştir. Daha sonra, komutanlarından Orya’yı
zorla savaşa gönderip ölümünü sağladıktan sonra dul kalan güzel karısı Betsabe
ile evlenmiş ve bu evlilikten Süleyman Peygamber doğmuştur.
Kuran’da,
Davud’un savaşta başarı sağlaması, kendisini ve birlikte olanları koruması için
ona zırh yapma sanatının öğretildiği, demirin onun parmakları arasında nasıl
mum gibi yumuşadığı anlatılmaktadır. Bundan ötürü de Davud, halk arasında
demircilerin piri olarak bilinir.
Davud, Musa
peygamberin şeriatına ve Tevrat’a bağlı kalmıştır. Dokunaklı ve etkileyici
sesiyle Zebur’u okuduğu zaman dinleyicilerin kendinden geçtiği
söylenegelmiştir. Davud’un sesinin etkisiyle uçan kuşların düştüğü, yabani
hayvanların uysallaştığı, akan suların durduğu anlatılmıştır. Divan edebiyatında,
gür ve güzel insan sesine, “Davudi” ses denir. Baki bir beytinde şöyle
seslenmektedir:
Davud gibi
sal,
Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş.
Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş.
Yahudi
kabalacılar (Yahudilerde, Tanrı buyruğu kanunların yanında, ağızdan ağıza
söylenen dini buyrukların İbrani felsefesinde yazılı olan bilim dalına
inananlar), iki eşkenar üçgenin birbirine ters çatılması ile meydana gelen,
çerçevesinde İbrani simgeleri bulunan, altı köşeli tılsımlı yıldıza “Magen
Davud” adını vermişlerdir. Müslümanlar, bu yıldıza “Mühür-ü Süleyman” derler.
Bu ve daha
pek çok hikaye, Zebur’da anlatılmaktadır.
İNCİL
Allah tarafından Hz. İsa’ya gönderilen; Tevrat’ın aslını doğrulayan Kur’an-ı Kerîm tarafından tasdik edilen ve bir anlamı da “yol gösterici, aydınlatıcı” olan (el-Maide, 5/46-48), dört büyük kitaptan birisi. Yunanca “Evangelion”; iyi haber, müjde demektir. Esas itibariyle Hz. İsa’nın hayatını, mucize ve faaliyetlerini, söylediği hikmetli sözleri, tebliğ etmiş olduğu şeriat hakkındaki peygamberane hakikatları anlatmak için kullanılmıştır. Bu kelime ile ilk hristiyanlar; İsa’nın insanlara bildirisini, onları kötülük ve günahtan kurtarmağa ve selamete götürmeğe geldiğine dair vaadini anlatmış ve adlandırmışlardı. Hz. İsa da onu; “Tanrı’nın Krallığı’nın müjdesini (iyi haberini) duyurma” olarak tanımlar (Kitâb-ı Mukaddes, Matta, I, 1, 14; S.C.F.Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London, 1970, s. 310; Anne Merie Sechimmel, Dinler Tarihine Giriş Ankara 1955, s. 210).
Allah tarafından Hz. İsa’ya gönderilen; Tevrat’ın aslını doğrulayan Kur’an-ı Kerîm tarafından tasdik edilen ve bir anlamı da “yol gösterici, aydınlatıcı” olan (el-Maide, 5/46-48), dört büyük kitaptan birisi. Yunanca “Evangelion”; iyi haber, müjde demektir. Esas itibariyle Hz. İsa’nın hayatını, mucize ve faaliyetlerini, söylediği hikmetli sözleri, tebliğ etmiş olduğu şeriat hakkındaki peygamberane hakikatları anlatmak için kullanılmıştır. Bu kelime ile ilk hristiyanlar; İsa’nın insanlara bildirisini, onları kötülük ve günahtan kurtarmağa ve selamete götürmeğe geldiğine dair vaadini anlatmış ve adlandırmışlardı. Hz. İsa da onu; “Tanrı’nın Krallığı’nın müjdesini (iyi haberini) duyurma” olarak tanımlar (Kitâb-ı Mukaddes, Matta, I, 1, 14; S.C.F.Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London, 1970, s. 310; Anne Merie Sechimmel, Dinler Tarihine Giriş Ankara 1955, s. 210).
Her ne kadar
Kur’an-ı Kerîm, Hz. İsa’ya gönderilen İncil’i tasdik ederse de, bugünkü
İncillerin Hz. İsa’ya gönderilen İncil’in tahrif edilmiş şekilleri olduğuna
ayetlerde şöyle işaret edilir:
“İncil
sahipleri Allah’ın onda indirdiği ile hükmetsinler. Allah’ın indirdiği ile
hükmetmeyenler, işte onlar fasık olanlardır” (el-Mâide, 5/47).
“Ey Kitab
ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabb’inizden size indirileni gereği gibi
uygulamadıkça bir temeliniz olmaz” de (El-Mâide, 5/68).
“Onların
izleri üzerinden peygamberlerimizi ardarda gönderdik; Meryem oğlu İsa’yı da
ardlarından gönderdik ve ona İncil’i verdik; ona uyanların gönüllerine şefkat
ve merhamet duyguları koyduk; üzerlerine bizim gerekli kılmadığımız fakat
kendilerinin güya Allah’ın rızasını kazanmak için ortaya attıkları ruhbaniyete
bile gereği gibi riayet etmediler; içlerinde inanmış olan kimselere ecirlerini
verdik; ama çoğu yoldan çıkmışlardır” (el-Hadid, 57/27).
Geçmiş
peygamberlerde olduğu gibi, Hz. İsa’nın sağlığında da İncil, yazılı kitap
hâline getirilmemiştir. Çünkü İsa (a.s)’ın tebliğ süresinin kısa oluşu ve
yaşadığı devrin şartları buna elvermiyordu. En erken yazıları İncil, İsa’dan
sonra 70′li yıllarda kaleme alınmıştır. Dolayısıyla Hz. İsa’nın tebliğ ettiği
hakikatler anında kaydedilememiş, sonradan yazıları İncillere insan sözü
karışmış ve böylece kitabın aslı tahrife uğramıştır.
Bugün
kilisece kabul edilmiş dört resmi İncil vardır: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna
İncilleri. Bunların Havarilerden geldiği ve sahih olduğu kabul edilir.
Bunlardan ilk üçü -birtakım ayrılıklara rağmen- ana mesele ve bölümlerinde
birbirlerine yakındırlar. bunlar, “aynı bakış açısıyla yazılmış anlamında”,
“Sinoptik” İnciller adı verilir. Bu üç İncil, zaman bakımından dördüncü
incilden öncedirler (Maurice Bucaıller, Kitâb-ı Mukaddes Kur’an ve Bilim (trc.
Suat Yıldırım), İzmir, 1981, s. 90 vd.; Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan
Günümüze Dinler Tarihi İstanbul 1983, s. 206 207).
Bu dört
incilden Markos’un incilinin en eskileri olduğu, Matta ve Luka incillerinin,
hem bunun eski şeklinden, hem de kaybolan ve “o” denilen bir kaynaktan
metinlerini aldıkları söylenmektedir. Bu incillerin dördüncüsü olan yuhanna
incili ise, oldukça geç yazılmış mistik yönü ağır basan bir incildir (Schimmel
a.g.e., s. 118; Bucaıller, a.g.e., s. 96).
Dört incil
ve yazarları şunlardır:
Matta
İncili; 28 babtır. Matta, Havarilerden biri olup, M. 70 yılında hristiyanlığı
yaymak için yerleşmiş olduğu Habeşistan’da ölmüştür. İncilde Hz. İsa’nın
Mesihliği üzerinde durur.
Markos
İncili: Markos, Havarilerin reisi olan Petrus’un talebesidir. Hristiyanlığı
yaymak için yerleşmiş olduğu Mısırda M. 62 yılında ölmüştür. İncili 16 bab olup
Hz. İsa’nın hayatından bahsetmektedir.
Luka İncili:
Doktor veya ressam olduğu söylenen Luka, Pavlos’un talebesidir, Havari
değildir. İncili M. 60 yıllarında yazmıştır. 24 babtır. İsa’nın hayatı ve
tebliğ ettiği şeylerden bahsetmektedir.
Yuhanna
İncili: 24 bab olan bu incili yazanın Yuhanna’nın talebesi olduğu sanılmaktadır.
Bu İncil’de İsa’nın, Allah’ın oğlu olduğu tezi üzerinde ısrarla durulmaktadır.
Aslında bugün elimizde bulunan İncil’de bu dört incilin dışında 23 incil daha
olup toplam 27 incilden meydana gelmiştir. Halbuki Allah’ın Hz. İsa’ya indirmiş
olduğu İncil birdir (Ahmet Kahraman, Dinler tarihi, İst. 1968, s. 189).
Bir ilim
adamının tespitlerine göre bugünkü incillerin gayesi; Hz. İsa’nın sözlerini ve
işlerini aktarmakla, onun yeryüzündeki risaletinin tamamlandığı sırada,
insanlara bırakmak istediği talimatları onlara tanıtmak olmuştur. Talihsizlik
İncil yazarlarının, bildirdikleri olayların görgü tanığı olmamalarından ileri
gelir. Onlar, Hz. İsa’nın hayatı hakkında muhtelif Yahudi-Hristiyan
cemaatlerinin, bugün kaybolmuş bulunan ve sözlü rivayetle nihai metinler
arasında vasıta rolü oynamış olan, sözlü veya yazılı durumda korunan
bilgilerin, o toplulukların sözcüleri tarafından anlatılmalarından başka bir
şey değildir (Maurıce Bucaılle, a.g.e., s. 369).
Kur’an-ı
Kerim’de semavi kitaplardan ve İncil’den şöyle bahsedilmektedir:
“Sana kitabı
hak ile ve kendinden öncekini doğrulayıcı olarak indirdi. Bundan önce de
insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncil’i indirmişti. (Doğruyu ve
eğriyi birbirinden) ayırdeden (kitaplar)ı da indirdi. Allah’ın ayetlerini inkar
edenler için mutlaka çetin bir azap vardır. Allah daima üstündür ve öc alandır”
(Âlu İmran, 3/34).
“Allah
demiştir ki: Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla! Hani
seni Ruhu’l- Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken
insanlarla konuşuyordun; sana kitab’ı, hikmet’i Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim.
Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıyor, içine üflüyordun, benim
iznimle kuş oluyordu; anadan doğma körü ve alacayı benim iznimle
iyileştiriyordun; benim iznimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun ve
İsrailoğullarını senden savmıştım; hani sen onlara açık deliller getirdiğin
zaman, içlerinden inkar edenler; bu açık bir büyüden başka bir şey değil
demişti (el-Mâide, 5/110).
Ahmet GÜÇ
KUR'ÂN-I KERÎM
Son vahiy dini olan İslâm’ın kutsal kitabı. Kur’ân, tercih edilen görüşe göre, “karae” fiilinden edilen bir mastar olup, Allâh’ın son kitabına özel ad olmuştur. Kök anlamı; okumak, toplamak, bir araya getirmek demektir. Âyetlerde bu anlamı görmek mümkündür: “Ey Muhammed! Cebrail sana Kur’ân’ı okurken, acele ederek onunla beraber dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim işimizdir. Biz onu Cebrail’e okuttuğumuz zaman, sen onun okuyuşunu izle” (el-Kıyâme, 75/1618). Kur’ân-ı Kerim’in özlü tarifi şöyledir: Yüce Allah, tarafından Hz. Muhammed’e arapça olarak indirilmiş, bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, mushaflarda yazılı, Fatiha Sûresi ile başlayıp Nâs Sûresi ile sona eren kelâmıdır.
Son vahiy dini olan İslâm’ın kutsal kitabı. Kur’ân, tercih edilen görüşe göre, “karae” fiilinden edilen bir mastar olup, Allâh’ın son kitabına özel ad olmuştur. Kök anlamı; okumak, toplamak, bir araya getirmek demektir. Âyetlerde bu anlamı görmek mümkündür: “Ey Muhammed! Cebrail sana Kur’ân’ı okurken, acele ederek onunla beraber dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim işimizdir. Biz onu Cebrail’e okuttuğumuz zaman, sen onun okuyuşunu izle” (el-Kıyâme, 75/1618). Kur’ân-ı Kerim’in özlü tarifi şöyledir: Yüce Allah, tarafından Hz. Muhammed’e arapça olarak indirilmiş, bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, mushaflarda yazılı, Fatiha Sûresi ile başlayıp Nâs Sûresi ile sona eren kelâmıdır.
Kur’ân-ı
Kerim’in, Hz Muhammed’in risaletinin başında ilk inen âyetleri şunlardır:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku!
Rabbin, kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren en büyük kerem sahibidir”
(el-Alâk, 96/1-5). İlk inen âyetlerin inananları okumaya, öğrenmeye, yazmağa ve
araştırmaya çağırması ilim için büyük teşvik mesajı taşır. Kur’ân’ın son inen âyeti
de şudur: “Bu gün size dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi
tamamladım, din olarak sizin için İslâm’ı seçtim” (el-Mâide, 5/3).
İslâm’ın
kutsal kitabının özel adı olan Kur’an kelimesi, Cenab-ı Hak tarafından altmış
sekiz kadar âyette kullanılır. Bir kaçını örnek olarak sunacağız: “Biz şüphesiz
bu kitabı okuyup anlamanız için arapça bir Kur’an olarak indirdik” (Yûsuf,
12/2). “Ey Peygamber! Kur’anı okumak istediğin zaman, Allah’ın rahmetinden
kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığın, yani “eûzübillâhimineşşeytânirracîm”
de (en-Nahl, 16/98). “Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin. Ve susun ki merhamet
olunasınız” (el-A’râf, 7/204). “Şüphesiz bu Kur’an, insanları en doğru yola
götürür. Salih amel işleyen mü’minlere büyük bir mükâfat olduğunu, âhirete iman
etmeyenlere de can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler” (el-İsrâ,
17/9-10). “Biz Kur’an’ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak
indiriyoruz. Kur’an, zalimlerin ise ancak zararını arttırınr” (el-İsrâ, 17/82).
İslâm
hukukunda Kur’ân için daha çok “Kitap” ismi kullanılır. Birçok âyette
“el-Kitâb” kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm anlamında kullanıldığı görülür “Elif.
Lâm. Mîm. Bu o kitaptır ki, kendisinde (Allah tarafından gönderildiğinde) hiç
şüphe yoktur” (el-Bakara, 2/1). Bundan başka çeşitli âyetlerde Kur’ân için
başka isimler de kullanılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: el-Furkân
(el-Furkân, 25/1), ez-Zikr (el-Hicr, 15/9), en-Nûr (en-Nisâ, 4/174), er-Rûh
(eş-Şûrâ, 42/52), el-Hudâ (el-Bakara, 2/2), eş-Şifâ (el-İsrâ, 17/82), el-Mecîd
(el-Burûc, 85/21-22), el-Mesânî (ez-Zümer, 39/23), Ümmü’l-Kitab (ez-Zuhruf,
43/1-4)
Kur’ân’ın
Toplanması:
Ashab-ı
Kiram, Hz. Peygamber (s.a.s)’in sağlığında Kur’an’ın bütününü yazmıştır. İnen
her âyeti bizzat Hz. Peygamber tarafından vahiy katiplerine okunur, onlar da
yerlerine yazarlardı. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s), nâzil olan âyetlerin ashabı
tarafından ezberlenmesini yeterli görmemiştir. Çünkü onları ashabından ne kadar
çok kimse ezberlemiş olursa olsun, hafıza, daima unutkanlık illetine maruz
kalabilecek olan bir yetenektir ve belirli bir zaman için çok güçlü olsa bile,
sonradan bu gücünü ve dolayısıyla güvenilir olma vasfını yitirebilir. İşte bu
sebeble Hz. Peygamber, vahyi ezberleyenler yanında, onu bir de yanlışsız olarak
yazabilecek kâtipler edinmiş ve kendisine bir âyet nazil olduğu zaman, onu bu
katipler aracılığıyla yazdırmıştır. Hz. Ebu Bekir, Ömer b. Hattab, Osman b.
Affân, Ali b. Ebî Tâlib, Zubeyr b. el-Avvâm, Ubeyy ibn Ka’b, Zeyd b. Sâbit,
Muâviye b. Ebî Süfyan, Muhammed b. Mesleme, Eban b. Sa’d, Hz. Peygambere vahiy
katipliği yapan sahabilerden bazılarıdır.
Kur’an-ı
Kerim, Hz. peygamber devrinde bizzat vahiy meleği ve Nebi (s.a.s)’in
birbirlerine karşılıklı okumaları ve de sahabilerin ezberlemesiyle korunmuştur.
Ancak Hz. Peygamber’ in sağlığı müddetince devam eden vahyin bütün bir kitabta
toplanmasına imkân yoktu. Çünkü vahyin Hz. Peygamberin ölümüne kadar devam
ettiği bilinmektedir (Buharî herrid-i Sarih, XI, 228) Hz. Peygamber’in
vefatından dokuz gün öncesine kadar devam eden vahiy Onun vefatıyla son buldu.
Böylece Kur’an inen son âyetle tamamlanmış oldu.
Yüz on dört
sûre, altıbin altıyüz altmış altı âyetten müteşekkildir.
Kur’an
sûreleri bazen bir bütün olarak bazen de bölümler halinde indirildi. Bazı
sûreleri Mekke’de inmesi dolayısıyla “Mekkî”, bazıları Medine’de
indirildiklerinden “Medenî” diye nitelendirilmiş ve yirmi iki yılda
tamamlanmıştır.
Vahyedilen
bütün sûrelerin hafızlar tarafından ezberlenmesi, kemik, tahta, papirüs, deri
ve kiremit inceliğindeki pişirilmiş tuğlalara yazılmak suretiyle korunmuştur.
Hz.
Peygamber (s.a.s)’in vefatını takip eden Yemâme savaşlarında yetmiş kadar hafız
(kurrâ)’ın şehid düşmesi müslümanları telâşa düşürmüştü. Hz. Ömer de hafızların
toplanması için halife Hz. Ebu Bekir’e başvurarak konunun görüşülmesini istemişti.
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, Zeyd İbn Sâbit başkanlığında toplanan Abdullah b.
Zübeyr, Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Haris b. Hişam’ın da bulunduğu büyük
bir komisyon tarafından Kur’an sahifeleri Mekke lehçesi esas alınarak bir araya
getirildi (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul
1980, III, s. 761).
Hafız ve
kâtib olan Zeyd b. Sâbit, Hz. Ebû Bekir’in talimi, Hz. Ömer’in yardım ve
gözetimi altında, elinde yazılı Kur’an metni olan herkesin bu metinleri
getirmesini ve getirirken de ellerindeki metinlerin bizzat Hz. Peygamberden
yazıldığına dair iki güvenilir şahid gösterilmesi istendi. Böylece bütün
metinler toplanarak bir araya getirilmiş ve Kur’an-ı Kerim’in aslî nüshası
yazılarak halife Hz. Ebu Bekir’e teslim edilmiştir. Zeyd b. Sâbit’in
çalışmalarıyla ortaya koyduğu bu aslî nüshaya “İmam Mushaf” adı verilmiştir.
Abdullah b. Mes’ûd’un teklifiyle iki kapak arasında “İmam Mushaf” üzerinde
yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık
görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır. Böylece Kur’an-ı
Kerim her hangi bir tahrifata uğramadan “Mushaf” haline getirilerek aynı
mushaftan çoğaltılan mushafların ana kaynağını teşkil etmiştir.
Hz. Ömer
devrinde Kur’an öğretimine hız verildi. Gerek Medine’de gerekse sınırları
günden güne genişleyen İslam Devletinin diğer merkezlerinde en sıhhatli kaynak
olan hâfiz sahabilerin öğretmen ve gözetmenliğinde pek çok hâfız
yetiştirilmiştir. Fakat zamanla fetihlerin hız kazanması ve yeni fethedilen yerlerde
ortaya çıkan kavim ve kabilelerin müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre
okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durum M.648′de Ermenistan ve
Azerbaycan fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin yan yana gelmesi ile farklı
okuyuşların su yüzüne çıkmasını sağladı. Bu tartışma ortamının daha fazla
büyümesine engel olmak için Huzeyfe b. Yemân, Halîfe Hz. Osman’a başvurarak bu
durumun düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine
Halife Hz. Osman, Rasulullâh’ın diğer ashabı ile de istişare ederek, İslâm
dünyasında yalnızca Hz. Ebu Bekr’in emriyle derlenmiş olan onaylı Kur’ân
mushaflarının kullanılmasını ve bir başka lehçe yahut ağız ile yazılmış tüm
diğer nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Hz. Osman bir önlem
olarak da gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek
için diğer tüm nüshaları yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti. Hz. Ebû
Bekir zamanında yazıları İmam Mushaf, Hz. Ömer’in ölümünden sonra kızı ve
Peygamberimizin hanımı Hz. Hafsa’ya geçmişti. Hz. Osman zamanında bu nüshadan
çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir (Muhammed Hamidullah, a.g.e.,
II, s.763). Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kûfe ve Basra’ya gönderilerek
müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Hz.
Ali’nin Hz. Osman için “Eğer Osman (r.a) Kur’an’ın tek kitap halinde
toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım” dediği bilinmektedir.
Kur’an-ı
Kerim Fatiha sûresi ile başlayıp Nâs sûresi ile son bulmuştur. Ondört yerinde
tilâvet secdesi yer almaktadır (el-A’raf, 19/58; er-Râd, 13/1; en-Nahl, 16/50;
el-İsra, 17/107; Meryem, 19/58; el-Hacc, 22/18; Furkan, 25/60; en-Neml, 27/25;
es-Secde, 32/15; Sad, 38/24; Fussilet, 41/37; en-Necm, 53/62; İnşikâk, 84/21;
Alâk, 96/19). Bunlar okunduğunda tilâvet secdesi yapmak vacibdir.
Hz. Osman
(r.a) tarafından değişik vilâyet merkezlerine gönderilen nüshalar asırların
geçmesiyle kayboldu. Günümüzde halen onlardan bir tanesi İstanbul Topkapı
müzesinde; bir diğer tam olmayan nüshası Taşkent’te bulunmaktadır. Çarlık Rus
hükümeti onun faksimile ile röprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam
kopyasını) neşretmiştir. Şu anda dünyanın her yanında okunmakta olan
Kuran’larla Taşkent’teki Kur’an arasında tam bir benzerlik, aynılık sözkonusudur.
(Muhammed Hamidullah, İslam’a Giriş, Ankara, t.y, s.41; M. Hamidullah, İslâm
Peygamberi, II, s. 763).
Hz. Ebû
Bekr’in (ö. 13/634) halifeliği sırasında Kur’an-ı Kerîm toplanıp iki kapak
arasında kitap haline getirilince, uygun bir isim aranmış, Abdullah b.
Mes’ud’un (ö.32/652) “Habeşistan’da bir kitap gördüm, ona Mushaf adını
vermişlerdi” demesi üzerine, halife tarafından bu isim uygun bulunmuştur
(Celâleddin es-Süyûtî, el-İtkân f F Ulûmi’l-Kur’ân, terc. Sakıp Yıldız, H. Avni
Çelik, İstanbul 1987, I, 124). Mushaf; sayfalardan meydana gelmiş kitap
anlamına gelir.
Kur’an-ı
Kerîm’in Muhtevası:
Kur’an yirmi
üç yılda parça parça indirilmiştir. On üç yıl kadar süren Mekke döneminde inen
âyet ve sûreler daha çok İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar. Allah’ın
birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve âhiret gününe iman gibi. Hz.
Âdem (a.s)’den beri gelen tevhid inancı işlenir. Allah’a ortak koşma ile
mücadele edilir ve geçmiş milletlerden ibretli kıssalar anlatılır. Bu arada
tevhid inancından ayrılmış olan atalarının bu yanılgısı şöyle ifade edilir:
“Onlara; Allah’ın indirdiğine uyun, denilince, hayır biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şeye uyarız, derler. Ya ataları bir şeye aklı ermeyen ve doğru yolda
olmayan kimseler idiyseler?” (el-Bakara, 2/170).
Cenab-ı Hak,
Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Âdem’den sonra peygamber olan Hz. Nuh’tan itibaren devam
eden vahiy zincirinin devamı olduğunu da açıklar: “Şüphesiz biz, Nuh’a ve ondan
sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e,
İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Hârun’a ve
Süleyman’a da vahyettik. Dâvud’a Zebûr’u verdik” (en-Nisâ, 4/163)
Medine’de
inen âyet ve sûrelerde daha çok hukuk kuralları yer almıştır. Aile ve devletin
tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkileri, akitler, sulh ve
savaş halleri bu âyetlerde açıklanır. Çünkü M.622 tarihinden itibaren artık
Medine’de bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti
teşekkül etmişti. Bu Devlet’in basında da Allah’ın elçisi Hz Muhammed
bulunuyordu.
Allah-ü
Teala hafifinden ağırına doğru bir yol izleyerek hükümler gönderiyor,
resûlüllah ve ashabı bunları geciktirmeksizin uyguluyordu. Kur’an dilini
bilmeleri, namazlarda, mescid içinde ve dışında okunan sûre ve ayetleri
anlamalarını kolaylaştırıyordu. Bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanı almak,
kötü ve zararlı olanı kaldırmak şeklinde özetlenebilir. Yükümlülükler birden
gelmemiş, gelenler de giderek tamamlanmıştır. Mesela: namaz, sabah ve akşam iki
vakit iken, sonra beş vakit olmuştur. İçki önceleri yasaklanmamış, sadece
zararlı olduğu belirtilmiş, sonra sarhoş iken namaza yaklaşılması yasaklanmış,
en sonunda da kesin olarak haram kılınmıştır. (bk. El-Bakara, 2/219; en-Nisa,
4/43; el-Mâide, 5/90-91)
Kur’an-ı
Kerim’de yer alan hükümler insanların gücü yeteceği ölçüdedir. Ayette şöyle
buyurulur: “Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.”
(el-Bakara, 2/286)
Hükümlerde
başka bir özellik de kolaylık prensibidir. “Allah size kolaylık diler. Size
güçlük istemez” (el-Bakara, 2/185, ayrıca şu ayetlere bakınız: el-Bakara,
2/286, Âlu İmran, 3/159)
Hz.
Peygamber ayetlerde belirtilmeyen hususlarda ağır hükümler konulmasından
çekinir, çeşitli konularda çok soru soran sahabelere: “Ben sizi kendi halinize
bıraktığım sürece, siz de beni kendi halime bırakın” (Buhari, el-Cami’, IV,
422) buyururdu. Nitekim hac ibadeti farz kılınınca (b. Alu İmran, 3/97, el-Hac,
22/27, el-Bakara, 2/196, 197) Resûlüllah (s.a.s.) bunu tebliğ etmiş ve ashab-ı
kirama hac yapmalarını bildirmiştir. Bir sahabenin bu ibadeti için: “Her yıl
mı?” sorusuna üç defa tekrarlaması üzerine, Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur:
“Sizden öncekiler, peygamberlerine çok soru sormaları ve aldıkları cevaplarla
amel etmemeleri yüzünden helak olmuşlardır. Ben sizi kendi halinize bıraktığım
sürece siz de beni kendi halime bırakın” (Buhari, el-Cami” IV, 422)
Kur’an’ın
parça parça inişi uygulamayı kolaylaştırıyordu. Diğer yandan, bu sayede, gelen
ayetler ezberlenip, ünsiyet meydana geliyor, kalblere yerleştiriyordu.
Müşrikler Kur’an’ın bir defada inmesi gerektiğini söyleyerek tenkid
yönetilince, kendilerine yüce Allah şöyle cevap verdi: “İnkar edenler; Kur’an
ona bir defada indirilmeliydi, derler. Halbuki biz onu böylece senin kalbine
yerleştirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz” (el-Furkan, 25/32)
Ayetlerin
olaylar üzerine inişi, tam ihtiyaç sırasında gelişi, toplumda gerekli etkiyi
göstermesine yardımcı olmuştur. Bu yüzden, ayetlerin iniş sebepleri (esbab-ü
nüzul). Kur’an tefsirlerinde önemli bi alt yapı oluşturmuştur.
Kur’an-ı
Kerim’i gerek Mekke ve gerekse Medine döneminde Hz. Peygamberden bir vahiy
katipleri grubu yazmış ve bu yazılanları sahabeden yalan üzerine birleşmeleri
aklen mümkün olmayan bir topluluk ezberlemiş, böylece her devirde yalanda
birleşmesi düşünülmeyen topluluklar birbirlerinden naklederek, hiçbir tahrif ve
değişikliğe uğratılmadan, ilave ve eksiklik yapılmadan mushaflara yazılı ve
hafızalarda kayıtlı olarak bize kadar ulaşmıştır. Tevatür yoluyla nakil,
nakledilenin doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında hiçbir görüş
ayrılığı yoktur. Bu prensip gereğince Hz. Ebu Bekir’in halifeliği sırasında
Kur’an toplanırken tevatür derecesini bulmayan Abdullah b. Mesud’un kendisinin
daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler komisyonca metne
eklenmemiştir. Bunlardan birisi de yemin ile ilgili; “Bunları yapma imkânını
bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir.” (el-Maide, 5/89) âyetinin
devamında “mütetâbiat (peşpeşe)” ilavesidir. Yine Abdullah b. Mes’ud’un
annelerin nafakası ile ilgili: “Mirasçı da (yukarıda) belirtildiği şekilde
(nafaka ile) yükümlüdür.” (el-Bakara, 2/233) âyetindeki “mirasçı hakkında
“zi’r-rahimil-mahrem (evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) şeklinde
ilâve taşıyan kıraati de Kur’an’dan sayılmaz (Zekiyüddin Şaban, Usulü’l-Fıkh,
Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 46-47)
Tevâtür
derecesine ulaşamayan bu gibi kıraatlerin hukukçular için delil olarak
kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre,
bu kıraat şekillerini nakleden sahabe bunu ya Hz. Peygamber’ den işitmiştir
veya kendi görüşü ve ictihadı olarak ifade etmiştir. Bunun, en azından Allah’ın
kitabını tefsir için vârid olmuş bir sünnet olduğu açıktır. Sünnetin hüküm kaynağı
olduğunda ise şüphe yoktur. İşte bunun bir sonucu olarak Hanefîler yemin
keffâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler
Şafii, Maliki ve Hanbelilere göre ise, mütevatir olmayan Kıraatler ne Kur’ân ve
ne de sünnet sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz
(Zekiyuddin Şa’ban, a.g.e., s.47, 48).
Kur’ân-ı
Kerîm bir benzeri yazılamayan, en üstün edebiyat ve üslûp özelliklerine
sahiptir. Âyetlerde bu özellik şöyle dile getirilir: “Eğer kulumuz Muhammed’e
indirdiğiniz Kur’an’dan şüphe ediyorsanız siz de bunların benzeri bir sûre
getirin. Bu konuda Allah’tan başka şahidlerinizden de yardım isteyin. Eğer
doğru söyleyenlerden iseniz, bunu yapın” (el-Bakara, 2/23) “Yoksa onu
(peygamber) kendiliğinden uydurdu mu diyorlar?” De ki: “Öyleyse, eğer
iddianızda doğru iseniz siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin. Bu konuda
Allah’tan başka gücünüzün yettiği kim varsa onları da yardıma çağırın” (Yunûs
10/38).
Kur’an
yalnız Araplar için değil, yeryüzündeki tüm insanları doğru yola iletmek için
gelmiştir. Onun öğretileri cihanşümüldür. Âyette şöyle buyurulur: “Seni ancak
âlemlere rahmet olarak gönderdik” (el-Enbiyâ, 21/107) Bu özelliği Kur’an’ın
i’caz yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir. Kur’an’ın insan gücü üstündeki
bazı özellikleri şunlardır:
1. Belâgat:
Kur’an’ın üslûp ve ifade üstünlüğü essiz ve orijinaldir. Kur’an kelimelerinin
üstün akıcılığının arap dilinde bir benzeri yoktur. Bazen bu edebî üslûp,
insanın tüylerini ürpertecek güçtedir. Buna aşağıdaki âyetler örnek
verilebilir: “Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Doğrusu kıyamet saatinin
sarsıntısı büyük bir şeydir. Kıyameti gören her emzikli kadın emzirdiği
yavrusunu unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşünür. İnsanları sarhoş gibi
görürsün, halbuki onlar sarhoş değildirler; fakat Allah’ın azabı çok çetindir”
(el-Hac, 22/ 1, 2).
2. Kur’an’ın
geçmiş çağlara ait olayları haber verişi: Kur’an; Hz. Nuh, Lut, İbrahim
peygamberlere, Ad ve Semûd kavimlerine ait haberleri anlatmaktadır. Yine Hz.
Musa ve Fir’avn arasında geçen olayları, Hz. Meryem’i, Hz. İsa ve doğumu gibi
haberleri gerçeğe uygun biçimde vermektedir. Bunlar, diğer semavi dinlerin
kutsal kitaplarındaki bozulmamış olan bilgilere de uymaktadır. Bütün bunlar
ümmi olan, okuma ve yazma bilmeyen bir peygamber olan Hz. Muhammed’in diliyle
haber verilmektedir. Bu durum, bu bilgilerin ilahi vahiy ürünü olmasını
gerektirir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu konuda şöyle buyurulur: “Sen daha önce bir
kitaptan okumuş ve onu sağ elinle de yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze
uyanlar şüpheye düşerlerdi” (el-Ankebût, 29/48).
3. Kur’ân’ın
gelecek olayları haber verişi: Kur’an’da haber verilen, geleceğe ait bir takım
olaylar zamanı gelince meydana gelmiştir. Şu olayları örnek verebiliriz:
İslâm’ın
ortaya çıkışı sırasında Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ile İran dünyanın
güçlü iki ülkesi idiler. Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır ve Irak’ın bir bölümü
Bizans’a bağlı idi. M.613 tarihlerinde bu iki komşu ülke, amansız bir savaşa
girişti. İran galip gelerek Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’ı ele geçirmiş,
Anadolu’yu da istilâ ederek İstanbul Boğaziçi sahillerine kadar ilerlemişti. Bu
haber Mekke’ye ulaşınca müşrikler sevinmiş, İranlıların Bizans’ı yenip perişan
ettiği gibi, kendilerinin müslümanları yeneceklerini söylemişlerdi. Bizanslılar
hristiyan ve ehl-i kitap, İranlılar ise putperest idiler. Bu yüzden Mekke
müşrikleri İranlıları kendilerine yakın görüyor ve onların zafer kazanmasından
dolayı seviniyorlardı. İşte bu arada Kur’an-ı kerim’in şu âyetleri indi:
“Elif.Lâm.Mîm.
Bizanslılar en yakın bir yerde yenildiler. Onlar bu yenilgilerinden sonra yakın
bir zamanda (üç ilâ dokuz yıl arasında) galip geleceklerdir. İş, eninde sonunda
Allah’a aittir. İşte o gün mü’minler Allah’ın yardımı ile sevineceklerdir.
Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür, esirgeyicidir”(er-Rum, 30/1-5).
Hz. Ebû
Bekir, üç yıl süre belirleyip, Bizanslıların bu süre içinde çıkacak savaşta
galip geleceklerini söyleyerek müşriklerden Ubey b. Halef’le bahse girdi. Bunu
haber alan Rasûlüllah (s.a.s), âyetteki “bıd”‘ kelimesi üç ilâ dokuz arası
sayıları ifade ettiği için süreyi dokuz yıla çıkarmasını bildirdi. Kaybedenin
vereceği deve sayısı da yüz’e çıkarıldı. Gerçekten “Bedir” gününde, Bizanslılar
İran’ı yendi ve Hz. Ebû Bekir Ubey’in varislerinden bu develeri alarak, Rasûlüllah’ın
tavsiyesi üzerine yoksullara tasadduk etti (Ahmed b. Hanbel, Müsned, l, 276,
304; Buhârî, Tefsiru Sûreti’d-Duhân, VI, 164; Tefsîru’t-Taberî, XXI, 12-15; İbn
Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, İstanbul 1985, VI, 304-310; Elmalılı M. Hamdi
Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936, V, 3794-3802).
Yine
Kur’ân-ı Kerîm’de müslümanlara Mescid-i Haram’a girecekleri va’dedilmiş ve
şöyle buyurulmuştu: “Şüphesiz, Allah, Peygamberinin rüyasının gerçek olduğunu
tasdik etmiştir. Allah dilerse siz, güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya
saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah
sizin bilmediğinizi bilir. Bundan başka size, yakın zamanda bir zafer
verecektir” (el-Feth, 48/27). Mekke fethi ve arkasından yapılan veda haccı ile
bu müjde de çok geçmeden gerçekleşmiştir. Bunun gibi haber verildiği üzere
çıkan pek çok olaylar vardır (bk. el-Enfâl, 8/7; en-Nûr, 24/55).
4. Kur’an
bir çok bilimsel gerçekleri içine almıştır. Kur’an’ın açıkladığı öyle bilimsel
gerçekler vardır ki, okuma-yazma bilmeyen ümmî bir kimsenin bunları
kendiliğinden söylemesi mümkün değildir. Meselâ; insanın yaratılışı Kur’an’da
şöyle anlatılır: “Yemin olsun ki, Biz insanı özlü balçıktan yarattık. Sonra onu
bir nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra o nutfeyi donmuş bir kana
çevirdik. Sonra o kanı bir parça et yaptık ve bu etten kemikler yarattık, bu
kemikleri de etle örttük. Daha sonra onu, bambaşka bir yaratık yaptık.
Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir. Bütün bunlardan sonra siz
öleceksiniz. Sonra da kıyamet günü yeniden diriltileceksiniz” (el-Mü’minûn,
23/12-16).
Yer, gök ve
canlıların yaratılışı hakkında da şöyle buyurulur: “inkâr edenler, gökler ve
yer birbirine bitişik iken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan
yarattığımızı bilmezler mı? Hâlâ inanmıyorlar mı?” (el-Enbiyâ. 21/30).
Kur’an’da
bunlara benzer yaratılış ve evrenle ilgili pek çok âyetler vardır. Bunları,
kitap okumasını bilmeyen ve yanında hiçbir ilmî eser bulunmayan Hz. Muhammed’in
başkalarından öğrenip söylemesi mümkün değildir. Diğer yandan Hz. Muhammed
gençliğinde ticaret amacıyla, biri on iki, diğeri yirmi beş yaşlarında olmak
üzere sadece iki defa kısa süreli Mekke dışına çıkmış ve Suriye’ye kadar gidip
gelmiştir. Kur’an’da haber verilen bu gerçekleri bugün pozitif bilimler de
aynen doğrulamaktadır. Astronomi, fizik, kimya ve biyoloji gibi bilimler bunlar
arasında sayılabilir. Allah’ın yarattığı maddeyi ve tabiat olaylarını
açıklamaya çalışan bu bilimlerle vahiy ve sünnet ürünü olan ilahiyat
bilimlerinin çatışması düşünülemez. Çünkü yüce yaratıcı bu gibi çelişkilere
düşmekten uzaktır.
Çelişki gibi
algılanan noktalar varsa, ya delîlin kendisi tartışmalıdır, ya da
anlaşılmasında kapalılık veya yanılgı söz konusudur. Nitekim, önceki asırlarda
ne kastettiği tam anlaşılamayan bazı âyet ve hadislerin bilim ve tekniğin,
astronomi ve tıp ilimlerinin ilerlemesi sonucunda daha güzel anlaşılıp tefsir
edilebildiği bilinmektedir. Güneşin kendi ekseni etrafında dönmesi ve
sistemiyle birlikte evrendeki hareketini sürdürmesi (bk. Yâsin, 36/38), gök
cisimleri arasındaki çekme ve itme gücü (er-Ra’d, 13/2; Lokmân, 31/10),
rüzgârın bitkileri aşılayıcı fonksiyonu (el-Hicr, 15/22) bunlar arasında
sayılabilir.
Kur’an’da
yer alan amelî hükümlerin ana noktaları açıklanmış, uygulama ve ayrıntı sünnete
bırakılmıştır. Çünkü Allah’ın ve elçisinin koyduğu hükümler birbirinin
tamamlayıcısıdır. Yüce Allah; “Peygamber’e itaat eden Allah’a itaat etmiş olur”
(en-Nisâ, 4/80) buyurur.
Kur’an-ı
Kerim’in içine aldığı hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ olmak üzere genel
olarak üçe ayrılır.
1.
İbadetler:
Kur’an’da
ibadetler icmalî olarak emredilmiştir. Namaz, oruç, hac, zekât ve diğer
sadakalar bunlar arasında sayılabilir. Otuzdan fazla âyette namaz emredilmiş,
ancak onun vakitleri, rükün ve şartları hadislerle belirlenmiştir. Allah
elçisi; “Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın” (Buhârî, Ezân, 18,
Edeb, 27). Haccın esasları da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır: “Hac ile
ilgili ibadetlerinizi benden alınız” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 318, 366).
Zekâtı da Allah elçisi bizzat uygulamış ve zekât memurlarına uygulama
şartlarını açıklamıştır.
Keffâretler
de temelde ibadet niteliğindedir. Çünkü bir kısım günahların affı bunlarla
sağlanmaktadır. Kur’an’da yer alan keffâretler üç tanedir. Yemin keffâreti
(el-Mâide, 5/89; bk. “Yemin Keffâreti”), bir mü’mini yanlışlıkla öldürme
keffâreti (en-Nisâ, 4/92 bk. “Katı Keffâreti”) ve zıhar keffâreti (el-Mücâdele,
58/1-4; bk. “Zıhar Keffâreti” mad.).
2.
Muâmeleler:
Evlenme,
boşanma, nafaka, velâyet, mâlî, iktisâdî konular, akitler, savaş ve barış gibi
ferdin fertle, ferdin devletle veya devletlerin birbiriyle olan birtakım
ilişkileri bu bölümde yer alır.
Kur’ân-ı
kerim mâlî konularda haksız kazancı yasaklamış ve akitlerde karşılıklı rıza
esasını getirmiştir. Allâhü Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Malı
aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rızaya dayanan ticaretle yeyin, haram
ile kendinizi mahvetmeyin” (en-Nisâ, 4/29). Diğer yandan ticarî yatırımlarda
kârın meşrû oluşu “risk” esasına bağlanmıştır. İslâm, riske katılmaksızın
sermaye için alınacak miktarı önceden belirlenmiş fazlalığa “faiz” adını vermiş
ve bunu yasaklamıştır (bk. el-Bakara, 2/275-280). Nakit tasarrufunu başkasına
veren kimse, bunu karz-ı hasen yoluyla vermiştir. Bu takdirde rizikoya
katılmaz, sadece verdiği cins paradan, verdiği kadarını alma hakkı doğar. Ya da
gelir elde etme amacıyla vermiştir. Bu da İslâm’da riske katılma yoluyla
olabilir Mufavaza, inan veya mudârabe yöntemlerinden birisiyle vermesi gerekir
ki her birinde sermaye zarar riskine girer ve kârdan, serbest sözleşmeyle
belirlenecek yüzde kadar pay alır.
Aile hukuku
ile ilgili hükümler de Kur’ân da genişçe yer alır. Karşılıklı haklar yanında,
aile fertlerinin birbirlerine karşı tavır ve davranışları da açıklanır. Ölümden
sonrası için miras hükümleri belirlenir.
İdare
edenlerle idare edilenler arasındaki ilişkilerde adâlet, şûrâ, yardımlaşma ve
koruma ilkeleri gözetir.
a. Adalet
bütün hakların ve mülkün temelidir. Kur’an’da şöyle buyurulur:
“Şüphesiz
ki, Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” (en-Nisâ, 4/58). Şu âyet de
adaletin önemini belirtmektedir: “Şüphesiz, Allah adaleti, iyilik yapmayı ve
hısımlara yardım etmeyi emreder. Taşkın kötülüklerden, meşrû olmayan şeylerden,
zulüm ve zorbalıktan nehyeder” (en-Nahl, 16/90). Kur’an adaleti, idare
edenlerle idare edilenler, devlet başkanı ile tebea ve bütün halkın birbirine
adaletli davranması esasına dayanır. İnsanlar arasında ırk, renk, dil,
zenginlik ve yoksulluk ayırımı yapılmaz. Zimmet ehli olan ehl-i kitabın hakları
korunur.
b. Şûrâ:
Kur’an-ı Kerîm şûrâyı (istişare) emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Dünyaya ait
işlerde onlarla istişare et. Bir kere karar verince de, artık Allah’a güvenip
dayan ” (Âlu İmran, 3/159). “Onların işleri aralarında şûrâ (danışma)
yoluyladır” (eş-Şûrâ, 42/38). Bu ikinci âyet, İslâm yönetiminin müslümanlar
arasında şûrâ esasına dayandığını ifade etmektedir. Diğer yanda âyet, herkesle
tek tek istişare imkânı bulunmadığı için, yönetimde bir istişare heyetinin
işbaşına getirilmesi görevini İslâm toplumuna yüklemektedir. Nass’ın
işaretinden bu anlam ve sonuç ortaya çıkmaktadır (Ebû Zehra, Usûlü’l-Fıkh,
Daru’l Fıkri’l-Arabî tab’ı Mısır, t.y., s. 100,101,141,142). Burada şûrâ şekil
ve unsurlarının kapalı bırakılması, bu prensibe, ileriki çağların getireceği
yeni durumlara ve sosyal yapılara göre esneklik kazandırmak için olsa gerekir.
c.
Yardımlaşma: Yönetimle toplum ve bütün mü’minler birbiriyle yardımlaşma ve
dayanışma içinde bulunmalıdır. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Birbirinizle iyilik
ve takvada yardımlaşın, günah işleme ve haksızlıkta yardımlaşmayın” (el-Mâide,
5/2).
d. Koruma:
Toplumun, mal, can, ırz ve namusunu korumak gerekir. Bunlar da ceza hukukunu
uygulamak ve zayıfı güçlüye ezdirmemek yoluyla gerçekleşir.
Sonuç olarak
Kur’an-ı Kerîm, fert ve toplum yararı için gerekli özlü prensipler getirmiş,
fert ve topluma zarar verebilecek şeyleri yasaklamıştır. Kur’ân’ın okunması,
dinlenmesi, açıklanması, üzerinde düşünülmesi ve içindeki prensiplerin
uygulanması birer ibadettir. Sözünü, iş ve mesleğini ona göre düzenlemek manevî
huzur ve mutluluk kaynağıdır. Ona tutunan en sağlam kulpa yapışmış, hidâyet
yolunu bulmuş olur. Ancak Kur’an’ın iniş amacı, yalnız okunup sevap kazanılması
ve saygı ile duvara asılmasından ibaret değildir. Asıl amaç, anlamına eğilmek
ve günlük hayatımızda gücümüz yettiği ölçüde onu uygulamaya ve toplum hayatına
hakim kılmaya çalışmaktır.
Hamdi
DÖNDÜREN
Naci YENGİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder